12 Nisan 2013 Cuma

Böyle Alıştırmışlar.


 İşte şimdi yeni bi filme başladık..


  Yıllar seni öyle doldurmuş ki bana yer kalmamış sende.
Bastığın toprak,oturduğun bank,içtiğin su,yediğin yemek..Tamlar.


  Ben seni daha çocuk sanıyordum,daha toy.Ama öyle değilmişsin.O kadar fazla gereksiz şey yerleştirmiş ki içine geçen zaman,birlikte olduğun insanlar,yaşadığın yer,arkadaşların..Ben ne koysam taşıyor.Ne vermek istesem fazla geliyor,doymuş bebek gibisin..Karnı tok olan bebek anlamaz ya ısrardan,yediremezsin ona midesinde olandan fazlasını.


  Yıllar seni öyle doldurmuş ki,


  Sana anlatılanlara inanmışsın hep,pes doğrusu!Maziye döndüm,çocukken de masallara inanırdık biz.
Yaşadıklarına inanmışsın hep yalanıyla,doğrusuyla..Oysa ki bir katil de yaşadıklarına inanır,bir hırsızda,bir soyguncu yahut bir fahişe de.Katile "öldürmek ayıptır,günahtır!" desen namusum için,hırsıza "çalmak suçtur!" desen yaşamak için,soyguncuya bilhassa aynı,fahişeye "haya et,günahtır" desen mecburiyetten yaptım der.İnsan bir süre sonra yaşadığına inanmaya başlar,doğru olmasada.


  Yıllar seni öyle doldurmuş ki..


  Boşaltmak mümkün değil.İnsan hiç bardakta ki şerbeti boşaltmaya azmeder mi?Bardakta ki şerbet değil ! Öyle olsa elimi dahi sürmem.Bardakta ki zehir.Zehri boşaltmak aklıma gelmedi hiç,hoş gelse de yapamazdım.Hep üstüne koydum,hep bardağı doldurmaya çalıştım..Zaten doluydu,taştı.


  Yıllar seni öyle doldurmuş ki..


  Sen gibi davranarak denedim boşaltmayı,başaramadım.İstanbul'un insanı yalandır kaideyi bozmayanlar hariç.Bozulmuş İstanbul,aşk filmlerini orada çekmek bile saçma artık!Sana küfretmeyi,ezmeyi,hor görmeyi,kibir yapmayı,kavga etmeyi,birbirini üzmeyi aşk diye yaşatmış daha önce sevdiklerin.Elini tuttukların,kucağına yattıkların,öğütlerini dinlediklerin,hikayelerine bayıldıkların,sesleriyle uyudukların,esprileriyle güldüklerin,zamanı saydıkların,bir bebek ömrü verdiklerin sana benim verdiğimin ne kadarını verdi?


  Sana benim verdiğimi kimse vermez,veremez.Ama seni istediğin bu olmadıktan sonra neye yarar?


  Pamuk beyazım..


  Desem ki yukarıda yazandan ne anladın eminim yine alakası yok dersin.Çünkü biri seni buna alıştırmış.Süt beyazdır desem alakası yok dersin.Gök mavidir,deniz derindir,Ocak serindir,bu kucak senindir desem..


  Çünkü böyle alıştırmışlar seni,bunu hayal ettirmişler.İnsanın hayallerinden vazgeçmesi zordur bilirim.
Başka alıştırılmışız ikimizde.Benim kahramanlarımın sadece kuru ekmekleri,birer bardak suları ve nadiren birer tane hurmaları olur.Senin kahramanların uçabiliyor,yüksek binalarda ofisleri,caf-caflı kostümleri var.Bir ferace var benim kahramanlarımın üzerlerinde,ayıp olmasa onuda giymekten de alıkoyalar kendilerini.İkisi de kahraman işte gözümüzde,böyle alıştırmışlar.Ama benim kahramanım açlıktan ölse de kuru ekmeğini seninkiyle paylaşır.Senin ki ?...


  Bizi böyle alıştırmışlar...Suçlamıyorum seni.


  Benim yerimde sen olsaydın,benim okuduğumu sen okusaydın,benim yaşadığımı sen yaşasaydın sen de bu olurdun.
  Düşünsene..Ben senin yerinde olsaydım.İstanbul'u ben yaşasaydım,ben olsaydım ağzından çıkanı kulağı duymayan,söylediğinin bini bir para etmez insanlarla ömür harcayan..Sen gibi olmaz mıydım?


  Bizi böyle alıştırmışlar..


  Birimiz şehit haberi duyduğunda ağlamayı,diğerimiz hay ben böyle hükümetin demeyi huy edinmişiz.


  Birimizi önemli bir işimiz olduğunda yağan yağmura sen nereden çıktın şimdi demeye,diğerimizi rahmet yağıyor barajlar doluyor bu yağmur bizim için demeye alıştırmışlar.


  Birimize çarşaflı bir kadıncağız gördüğünde onunla alay etmeyi ona gerici,yobaz demeyi öğretmişler.Diğerimize inancın bu özgürlükler ülkesinde bir tutsak,esir hayatı tadında yaşandığını.


  Bizi böyle alıştırmışlar..


  Ben kadın küfretmez diye bilirdim.Kadın oturuşuna,kalkışına,giyinişine,boyanışına dikkat eder diye alıştırdılar beni.


  Kadın dediğin ince ruhlu,zarif olur diye öğrettiler bana.Ben kadını minnak bir tavşan yavrusu gibi hayal ettim,öyle alıştırdılar beni.


  Kadın dediğin şeytan gibi erkek kalbinin en derinine nüfus eder diye öğrettiler bana.Aşkta şeytan olmalıdır kadın diye alıştırıldım ben.


  Beni böyle alıştırmışlar..


  Ben böyle değildim,senin için denedim sen gibi olmayı.Ama daha fazla dayanamadım.Sende ben gibi olmayı deneme biliyorum dayanamazsın.Dolu birer bardağız sonuçta,fazlasını alamıyoruz.


  Beni böyle alıştırmışlar..


  Halâ birbirlerine oyunlar oynuyorlar yeni stratejiler geliştiriyorlar,deniyorlar insanlar mutlu olabilmek için.Aşk birini kendine bağlamaya çalışmak değil,birine bağlanmaktır bana göre.


  Beni böyle alıştırmışlar..Aşkın birini kendine bağlamak olduğunu sananlar halt etmişler!Onlar bencil insanlar diye öğrettiler bana.


  Ne desem boş..


  İçkici şarabından,keş afyonundan,hırsız çalmaktan vazgeçemez..Vazgeçer ama az geçer..Vazgeçer ama çok zaman geçer.Yıl geçer,dost geçer,aşk geçer..


  Beni böyle alıştırmışlar..


  Ben ol diyemem,sen de olamam.Beni böyle alıştırmışlar.Böyle alıştırmışlar beni.


  Alıştırmışlar beni,böyle...


  Az önce  "2 gündür saçmalıyorsun" dedin.İki gündür bu okuduklarını saçmalıyorum,doğru.Sana göre saçmadır itiraz edemem,seni de böyle alıştırmışlar.


  Bu yaptığın iş değil,yaşadığın hayat,taşıdığın aşk değil demek benim ne haddime?Seni de böyle alıştırmışlar. 

Dumman

Şu saat oldu, kalbimin çığlıkları anca sustu. Yeni bebe gibi, ne istediği de anlaşılmıyor kalbin, dilini bilmeyene. Hoş ben kalbimin dilini bilsem de istediklerini gerçekleştirmek için gereken güce sahip değilim tek başıma. Kalbim sustu, hemen aklımın sesini duydum. Şöyle dedi: Yak bir sigara. 
- Yaktım. 
- Çek içine. 
- Çektim. 
- Tut içinde. 
- Tuttum. 
- Bekle. 
- Bekledim. 
- Bırak şimdi. 
- Bıraktım. 
- Nerede duman? 
- Yok. 
- Var, içinde. 

       Kıyasladım iki meseleyi birbirleriyle. Sigara bitti, duman kayboldu ama sadece gözden kayboldu. İçimde bir yerlerde var olduğu kesindi. Zararlıydı, biliyordum. Ancak elimden de bir şey gelmiyordu. Göğsümü açıp çıkaramazdım dumanı bir kerede. Zamana yayılmalıydı. Zehrin dışarı atılması zaman alıyordu. Şimdi sigarayı elimden düşürüp bir daha içmemeye yemin etsem bile aylarca etkisini atamayacaktım, biliyordum. Kalıcı zararlar da veriyordu üstelik.. 

       Seni de içime atmıştım. Şimdi desem ki bir daha adını anmam, yalan olur. Seni içimden atmam da aylar, belki yıllar alır. Ciğerlerime çekmiştim seni. İşte şimdi sigarayı bırakırım. Senden başka nefes almam. Ciğerlerimde sen varsın, çıkman yıllar alır. Aldığım her nefes seni hatırlatır.  

      Sen sigaraya benziyordun, dumanın aşka. Seni içime çektikçe tükendin. Sen tükendikçe içimde, uzun süre benimle kalacak aşk türedi. Senin gidişin, aşkın geliş biletini bedavaya getiriyordu. 

2 Nisan 2013 Salı

“Kedili Sıcak Şarap” ..


Kedi kalmamış. Çünkü bütün kedileri sevgililerine miyavlayan bir sürpriz yapmak için bazı adamlar almış. Piyasada tarçın kabuğu da kalmamış. Çünkü bütün tarçın kabuklarını sevgililer günü menüsüne sıcak şarap ilave eden sıcacık mekânlar almış. O sıcacık mekânlarda yer de kalmamış. Çünkü günler öncesinden bazı kalın sesli adamlar, bumekânlara telefon açıp, “İyi günler, rezervasyon için aramıştım” diyerek en güzel yerleri almış. Bugünlerde, geç kalanlar, “İçerde son bir masamız kaldı,” diyen bazı nazik sesli mekân çalışanlarını nüfuzlu sesleriyle etkilemeye çalışarak, pencere kenarına doğru kaymaya çalışıyorlarmış. Yazık ki çoğu, ilişkilerini pencere kenarına kaydıramayacak. Ve mekânın kapısı açılıp kapandıkça, sırtına soğuk vuran bazı kadınlar, erkeklerinin bu beceriksizliği yüzünden sorun çıkaracak. Erkek, arkası buz gibi olan sevgilisini ısıtabilmek için, pencere kenarında olmasına rağmen boş duran bir masayı garsona soracak. Garson, bu basit sorunun cevabını ülke genelinde çok sık kullanılan tek bir kelimeyle cevaplayacak: “Rezerve.” Sırtı üşüyen bazı kadınlar, zamanla (şarapla) bu dertlerinden kurtulurken, bir problemi sürekli tekrarlayarak iyice büyüten kadınlar içinse, erkekler ‘hadi kalkalım’ isimli başka bir çözüm üretecek. İşte bu ‘hadi kalkan’ çiftler, bilinmez bir maceradan (kapılarından dönülen bir iki mekân daha) sonra evlerine dönecek. Sevişebilenler, üşüyen sırtı unuturken; üşüyen sırtın üçüncü bir varlığa dönüştüğü ilişkiler, kavga sonrası yatakta sırt sırta dönecek. Bir sûre sonra bu hazin olayı arkadaşlarına anlatan bazı kadınlar, “sırt” kelimesi yerine, “göt” (götünü dönüp yattı) kelimesini kullanarak ilişkilerinin bir geceyle kurtarılamayacak bir evrede olduğunu itiraf edecekler. Ve çok hızlı değillerse, bir sonraki Sevgililer Günü’nde yalnız olduktan için sırtları üşümeyecek…
“Maalesef orkide kalmadı,” diyor çiçekçi. Boş boş çiçeklere bakıyorum. Özel günlerde çiçekçiler boşlukları hiç sevmediğinden hemen yeni bir teklif sunuyor: “Size kutuda bir gül verelim.” Kutudaki güle bakıyorum. Tabutta yatan bir takım elbiseliye benziyor. “Yok, istemem,” diyorum. Orkideler ve güllerden sonra son bir seçeneğim kaldı: Çiçek için verilen parayı ‘enayi parası’ olarak gören akıllı adamlar gibi papatya türü bir buketle ilişkimde bir kır havası yaratmam mümkün. Bunu yiyen ekonomik sevgililer var, ama aslında çiçek ucuz olunca eğrelti otlarıyla desteklenerek hacmen zengin gösterilen bu tür buketler, daha çok hastane ziyaretlerinde kullanılıyor. Hastalıklı bir ilişki istemediğim için, “Neyse, iyi akşamlar,” deyip çıkıyorum…
Her ne kadar, sevgililer günü yaklaşırken, ‘bir sevgililer günü yazısı yazacak kadar düz akıllı olsam da, bu tür özel günleri küçümseyen entelektüel bir ilişkiye sahibim. Sevgilimle aramda bu tür günlerde hediye almama konusunda, çeşitli platformlarda yer yer övündüğüm, gizli bir karar mekanizması mevcut. Böyle bir ilişkiye rağmen çiçekçiye girişimin sebebiyse biraz karmaşık. Bir iki defa beklenti içinde olmayan kadınların, hesapta olmayan hediyelerle, dudaklarının memnuniyet ifadesi aldığını ve sonra bu dudakların aralanarak, “Aaa çok tatlısın!” benzeri kelimeler çıkardığım gördüm. İnsan, bazen muhalefet ettiği şeylerin ortasına düşünce, ruhunda engelleyemediği bir genişleme oluyor. Hatta bu genişleme yüzünden, daha önce kıyasıya eleştirdiği İkea, Burger King, Avatar, İPhone gibi oluşumların bir neferi olarak mücadele etmeye ve onları kucaklamaya başlayabiliyor. İşte böyle bir duyguyla girdim çiçekçiye, ilişkimiz için bir hediye zorunluluğu olmadığı ve satıcıyla iletişime geçmenin üşengeçliği yüzünden de kolayca vazgeçerek, çıktım. Başıma gelecekleri bilsem, alışverişin sonu, kutuda ölü gibi yatan bir güle de varsa çıkmazdım…
Evde sevgilimle bu özel güne dair tek bir kelime etmedik. Normalde çiftlerin özel günler hakkında hiç konuşmaması, tepesinden bastırılan bir sürprizin habercisi olabilir. Ama bizim için böyle bir durum olduğunu düşünmüyordum. Zaten birazdan tıpkı bizim gibi Sevgililer Günü’nü önemsemeyen arkadaşlarımız gelecek ve bu gecenin sıradan olduğunu onaylarcasına hiçbir ritüel E gerektirmeyen buz gibi biralar içecektik. Geldiler,  Kapı önünde bir yanağı öpüp diğerine geçerken 5 birbirimize “Naber,” dedik. Bu aşamada kapı önü ! faslının bitmesi gerekiyordu ama sevgilim, “Aaa beren yeni mi?” diye bir soru ortaya attı. Gelen n misafirlerin kafalarına baktım. İkisi de bereliydi. Berelerin hangisinin yeni olduğunu anlamam için berelilerden birinin cevap vermesi gerekiyordu. Bereli kız, şımarık bir çocuğun ses tonuyla, “Eveet, sevgilim aldı,” diyerek kendisine bere alan erkeğinin omzuna elini attı. Beresi eski olanla bir an göz göze geldik. Sanki “Oğlum hani Sevgililer Günü’nde hediye almak yoktu,” demişim gibi gözlerini kaçırarak, “Ya öylesine aldım ya,” açıklamasında bulundu. Normalde sefası sürülen ama bazı kişilerin yanında açığa çıkınca utanılan eylemlerin hiçbir işe yaramayan titrek açıklamalarını yapmaya çalışıyordu. Sevgililer Günü’nü yenidünya düzeni açısından irdeleyip sağlı sollu tokatlamamızın üzerinden henüz birkaç gün geçmişti. Aslında söyledikleriyle yaşadıkları arasında büyük farklar olan insanları yargılayan biri değilim. Çünkü ürettiğim sağlam teorileri, gündelik hayattaki yaşayışımla paramparça etmek konusunda öncü biri sayılabilirim. Problem, sevgilisine hediye alarak bir muhalefeti yıkması değil, sevgilisine hediye almayan beni, işe yaramaz ve kaba bir muhalefetle baş başa bırakmasıydı. Sevgilim her ne kadar Sevgililer Günü’nü önemsemediğini söylese de, bu bere sayesinde içindeki hediye isteyen kadını uyandırabilirdi. Aklıma kutuda yatan güller geldi. Keşke alsaydım diye düşündüm. Kutu gülümle dalga geçilmesi halinde, hediyemin ‘Sevgililer Günü’nün ölümünü anlatan bir performans olduğunu söyler ve böylelikle hem hediyeli hem de sakalı bir insan olarak bu işten sıyrılabilirdim…
Hediyesizler, düşüncesiz insanlar değildir. Bana kalırsa asıl düşüncesizler, ‘hediye vermeyenler” ortamlarda zor durumda bırakan ‘hediye verenleı’dh. İşte bakın, şimdi de bereli kız sevgilisine aldığı atkıyı gösteriyor. Sevgililer Günü, kışa denk geldiği için hediye olarak atkı, bere, eldiven gibi romantik örgülerle idare edilebiliyor. Ama mesela, bu anlamlı günün ağustos sıcağında kutlandığını düşünün; şort, terlik, tişört gibi romantik dokusu olmayan hediyeler sevgilileri zorlayacak ve belki de o zaman hediye alma oranı düşecekti. Salona geçiyoruz. Özel günlere önem vermediğini sandığım bu grup, hediyelerden konuşmaya devam ediyor. Bereli Kız, Atkılı’nın kendisine aldığı asıl hediyeden bahsediyor: Mini mini bir İran kedisi… Kedinin buruşuk suratını, nasıl da titrediğini, incecik sesini falan anlatıyor. Bira içerek gittikçe genişleyen bir gece yaşayacağımızı düşünürken, bereli, atkılı, kedili (yani nerden baksanız tüylü) bir gecenin içine düştüğüme inanamıyorum. Bereli ve Kedili Kız, “Sıcak şarap yapalım mı?” diye soruyor. Hemen, “Tarçın kabuğu yok bizde,” diye cevap veriyorum. “Fark etmez, tarçınsız da olur,” diyor. Kısa bir an boşluğa daldıktan sonra, sevgilisine dönerek, “Aslında kedinin ismini Tarçın koyabiliriz,” diyor. Atkılı benim baskım altında, “Olabilir,” diye mırıldanarak onay veriyor. “0 zaman kediyi şaraba da koyabiliriz” gibi kimsenin gülmediği bir espri yapıyorum. Sevgilim bana bakıyor. Bu bakışta bereleri özleyen, kedileri okşayan garip bir şeyler var sanki…
Gecenin ilerleyen saatlerinde, ben de sevgilimden bir hediye (kalem) alarak, ortamın hediye vermeyen tek insanı oldum. Sevgilim, özel bir gün olduğu için değil, içinden geldiği için aldığını söyledi bu hediyeyi. 0 an anladım Sevgililer Günü’nün içimize yerleştiğini. Ve hazır kalem de gelmişken, çatısını o gece kurduğum bu duygusal şiiri yazmaya karar verdim:
İRAN KEDİSİNE HOHLAMAK
Sevgilim ne istersin? 0 güzel parmağını sürtmen için bir İPhone alabilirim mesela ya da istersen kutsal hediye mabedi Accesorize’a uğrayabilirim. Buluşlu bir hediyeye ne dersin? Çok eski bir fotoğrafımızı taşıyan nefis bir Mudo Concept çerçevesi mesela… Belki sonra, ağır kumaş peçeteleri pıt pıt dudaklarımıza vuracağımız bir restorana gideriz. Ben kadehimin dibine konan şaraba onay verirken, sen benim bütün hayatımı onaylarsın. Sonra o büyük şaraplar dökülür kadehimize. Garsona “mersi’Merle teşekkür edersin. Ah garsonlar!
Tekleri kovalayan, çiftleri seven garsonlar… Garsonların gözetiminde bir aşkı büyütürüz böylelikle.
Sevgilim ne istersin? Sana avuçlarımızda dolanan mini mini bir İran kedisi alayım mı? Miyavladıkça aşkımıza ses veren bir İran kedisi… Ama sevgilim ben biraz yorgunum. Sana üşüyen kedilere hohlayan yeni bir sevgili alayım mı?

“Telefon”


“Öptüm canım” dedi telefondaki arkadaşım,”Görüşürüz” dedim. Telefon elimdeyken,”Canım” kelimesini tekrar duydum. Bir an sanki arkadaşım beni konuşmaya geri çağırıyormuş gibi telefona baktım. “Nerdesin sen?” sorusuyla, sesin karşı masadan geldiğini anladım. ” Canım”ı telefondaki arkadaşım bırakır bırakmaz karşı masadaki bayan almıştı. Pek bırakacağa da benzemiyordu. Konuşması boyunca bu kelimenin farklı versiyonlarını (canım yaa, canımsın, canım benim) defalarca kullandı. Konuşmanın sonunda bulunduğumuz yeri tarif ederek, “Bekliyorum canım” dedi. Telefonu kapattı. Yanındaki adam “Kim o?” diye sordu. O ana kadar mimikleriyle “canlar gelin bir olalım” sinyalleri yayan bayanın yüzü bir anda değişti. Önce dudakları bir memnuniyetsizlik ifadesi aldı, sonra eli “salla” anlamında bir hareket yaptı ve en sonunda ağzı açılarak o ana kadar kullandığı bütün “canım”ları kovalayan o kelimeleri çıkardı: ” Öfff yavşağın teki işte!” O kadar şaşırdım ki, ne yapacağımı bilemediğimden, bir an hala elimde duran telefona baktım. Tuş kilidini haber veren büyük anahtarı gördüm ekranda. Anahtar kaybolunca bayana baktım. Biraz önce telefonda canım bombardımanına tuttuğu insanın ‘yavşaklığını’ anlatıyordu. Canım seviyesinden yavşaklığa ani bir düşüş yaşayan o insan birazdan aramıza katılacaktı. Ve sanırım bu “yavşak” insan, buraya ulaşır ulaşmaz tekrar “canım” olacaktı. Canım sıkıldı…
Telefonlardan dalga dalga yayılan sevgiye her yerde rastlıyoruz. O gün bulunduğum mekanda, farklı masalarda yapılan telefon görüşmelerinde 4 adet ‘canım’, 2 adet ‘aşkım’ ve 2 adet ‘kuşum’ karşıdaki insanlara bir samimiyet tonlamasıyla gönderildi. Sadece İstanbul’daki bir kafede canlar, aşklar ve kuşlar havada uçuştuğuna göre, ülke genelinde korkunç bir sevgi sarfiyatı olmalıydı. Ben de az önce telefonda bir arkadaşımın ‘can’ı olmuştum. Karşı masadaki Bayan Canım’ın, telefonu kapatır kapatmaz sevgiden tiksintiye düşen suratını görünce bir an şüpheye düştüm. Acaba ben de birilerinin canı, aşkı ya da kuşu olduktan hemen sonra, aynı kişilerin geri zekalısı, salağı hatta yavşağı oluyor muydum? Konuşmasına ‘kuş’ yerleştiren mekandaki başka bir bayan, telefonunu kapatır kapatmaz yanındakine “Çattık.” deyince şüphelerim iyice kuvvetlendi…
İstanbul’da ilk yılımdı. Çok arkadaşım yoktu. Uzun zamandır İstanbul’da yaşayan bir iki arkadaşımın “mutlaka görüşelim” temennisini ciddiye alacak kadar yalnızdım. “Mutlaka görüşelim” in diyaloglarda boşluk doldurmak için sarf edilen temennilerden biri olduğunu biliyordum. Yine de, yaşadığım yalnızlık yüzünden, bu temenninin sahiplerini ara sıra arayıp onlarla buluşmaya çalışıyordum. Bir cuma akşamı evde oturmaktan sıkılınca Taksim’e gitmiştim. Boş bir masa bulabilmek için uzun süre dolandım. Tek kişi olduğum için Nevizade’deki tüm garsonların canı çok sıkkındı. Bir iki tanesi beni kenarlarında insan olan masalara oturtarak yalnızlıktan kurtarmak istedi. Reddettim. Sonunda bir masa bulabildim. Çevremdeki masalarda oturanlar gibi yeryüzüne dik değil, yaklaşık 10 derecelik bir açıyla oturunca, garsonun bu masaya oturmam konusunda neden ısrar ettiğini anladım. 10 derecelik açıyla baktığım garsona bir bira söyledikten sonra, belimin yukarısını ters açı vererek dik oturuyormuş gibi yaptım. Belim ağrıyınca vazgeçtim. Gelen birayı hızla içtim. Sıkıntım geçmiyordu, açılı oturmaktan yorulmuştum. ” Mutlaka görüşelim” diyen arkadaşlarımdan birini aradım. “Canım naber?” diye açtı telefonu. Konuştuk. Bir arkadaşıyla oturuyormuş. Sonra bir boşluk oldu. Sanırım, o boşluğu doldurmak için “Gel istersen” dedi. Hemen “Olur” dedim. Bulundukları yeri tarif etti. Derhal “Tamam” dedim. O aralar karşıdakinin telefonu kapatmasını beklemek gibi garip bir huy edinmiştim. Bekledim. Ağzı telefondan ayrılınca bulunduğu mekanın gürültüsü çoğaldı. Ortamdaki insan sesleri ve mekanda çalan Yaşar’ın “Nasıl ki evlerin odaları varsa” diyen sesi arasında, kısa bir an, bir ses daha duydum: “Yaaa”…
Arkadaşımın sesiydi. Sonra tüm sesler kesildi. Telefon bir süre daha kulağımda kaldı. Şaşırmıştım, ‘y’ harfinin yanı ba
şında uzayan ‘a’ sayısı durumu anlamam için yeterliydi. Yine de kafamda, duyduğum sesi tamamladım: ” Yaa aman yaa!”… Telefonu kulağımdan çektim. Sonra başka bir versiyonla sesi yine tamamladım: “Yaa öff yaaa!” Sonuç değişmiyordu. Tamamı ne olursa olsun, duyduğum ‘yaaa’ sesi, benim yanlarına gidecek olmamdan duyulan rahatsızlığın başlangıç sesiydi. Bir an ne yapacağımı bilemedim. 10 derecelik bir açıyla baktığım şu dünyada kendimi yalnız, itilmiş ve bedbaht hissettim. Açımı değiştirmeden hesabı istedim…
İnsanevladı, bazen sevdiği insanı bile görmek istemez. Normaldir. Ama bu durumun açığa çıkması pek açıklanabilir değildir. Beni istemeyen arkadaşımın çağırdığı yöne doğru yürüyordum, ama gidip gitmeyeceğimden emin değildim. Nevizade’deki canı sıkkın garsonların bazıları, boşalan masalar yüzünden sevecenleşerek beni yeryüzüne dik duran masalara çağırıyorlardı. Sevecen garsonların, aşırı alkolden Fatih Terim hakkında birbirine parmak sallayarak konuşan adamların, artık her söyleneni kahkahayla karşılayacak dozaja kadınların ve dünyaya yeni gelmiş gibi gözlerini kırpıştırarak, sürekli beyaz şarap içen turistlerin yanından geçtim. Hala çağırıldığım yere doğru yürüyordum. Yürürken aklıma başka bir ‘yaaa’lı versiyon geldi: ” Yaa bu da nerden çıktı yaa!”… İki ‘yaaa’ arasındaki bütün kelimeler aleyhimeydi. ‘Yaaaa’ ların arasına sıkışmış bir adam olmak istemiyordum. Gitmeyecektim. Mekanda belirmeyecektim. Mekana girince bana doğru ‘burdayız’ anlamında kalkan bir el görmek istemiyordum. Tuvalete gidince ‘hakkımda konuşuyorlar mıdır’ diye düşünmek ve tuvalet dönüşünde ‘geliyor sus’ anlamında hareket eden kaşlar görmek istemiyordum. Böyle iyiydi. Geri dönüp sevecen garsonlardan birine teslim oldum. Ve masamda dimdik oturdum.
O gün beni istemeyen arkadaşıma attığım mazeret bildiren mesajıma ” Ok. canım…” cevabını aldım. Telefonlarda ‘canım’, hayatın geri kalanında ‘yavşak’ olan adamınsa benim gibi işin iç yüzünü öğrenme şansı yoktu. Mekana geldiğinde kendisini “Naber canım” diye karşılayan Bayan Canım’ın yanaklarını öptü. Stratejik yerlere ‘canım’ serpiştirerek hararetle konuştular, ‘yavşaklık’ ortadan toz olmuştu. Bir ara Bayan Canım’a bir telefon geldi. Telefonu bu sefer “Aşkım naber?” diye açtı. “Aşkım” derken erotik bir dizaynla büzülen dudakları görülmeye değerdi. Telefonun ucundaki kişi, bu dudakları görse bambaşka hayallere dalabilirdi. Dalmışım. Bayan Canım’a bakmayı abarttığımı o da bana bakınca anladım. Rahatsız olmuştu. Kafamı derhal pencereye çevirdim. “Pardon canım” dedim içimden. “Çok pardon… Ben yavşağın tekiyim.”